Cumhuriyet Döneminde Sanat
Cumhuriyet Döneminde Sanat 4'e ayrılmıştır. Bunlar Mimari, Müzik, Resim ve Edebiyattır.
Cumhuriyet Döneminde Müzik
Türkiye'de üzerinde en çok tartışılan sanat dallarından biri de müziktir. Bu durum Cumhuriyet'in ilk yıllarında da böyleydi. Osmanlı toplumunda merkezi bir anlayışla yönlendirilen müzik, Cumhuriyet'in ilanından sonra oldukça çalkantılı bir dönem geçirdi.
Yaklaşık 100 yıllık bir geçmişi olan saray orkestra ve bandosu Mızıka-i Hümayun, 1924'te Ankara'ya aktarılıp, Riyaseti Reisicumhur Musiki Heyeti'ne (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) dönüştürüldü.
Bu orkestranın üyelerinden bir bölümüne öğretmenlik görevi verildi ve Eylül 1924'de Musiki Muallim Mektebi (Müzik Öğretmen Okulu) açıldı. Musiki Muallim Mekteplerinin amacı sanatçıdan çok, orta öğretim için öğretmen yetiştirmekti. İkinci adım, bir 'milli musiki ve temsil akademisi' nin kurulmasıydı. Atatürk, müziğin sadece teorik bir uğraşı olarak değil, pratik ve uygulayıcı bir sistemle geliştirilmesini vurgulamış oluyordu.
Devlet, ilkini 1925'te açtığı yarışmalar sonucunda başarılı olanları Paris, Berlin, Budapeşte ve Prag gibi kentlere öğrenim için gönderdi.
1917'de kurulmuş olan Doğu Musikisi Bölümü'nün adı 1926 sonlarında İstanbul Belediye Konservatuarı olarak değiştirildi. Burada öğrencilere viyolonsel, keman, gibi Batı enstrümanlarının eğitimi verilmeye başlandı.
İstanbul Belediyesi tarafından 1927 yılında kurulan Şehir Bandosu gibi bir çok kent ve kasabada belediye bandoları oluşturuldu. Bütün bunlara ek olarak, 19 Şubat 1932’den itibaren bütün ülkede kurulan Halkevleri'nde, Türk folklorunun hemen hemen bütün dallarında derleme, araştırma ve eğitim çalışmaları başarıyla yürütüldü.
Adlarının adeta, bir ulusal müzik okulunu simgelediği, Türk Beşleri adıyla da anılan ve Türk müziğinin ritim ve ezgilerini, Batı müziğinin armoni anlayışıyla işleyip, bir birleşim yaratmaya çalışmış ve çağdaş-ulusal-çoksesli eserler yazmış olan öncü bestecilerimizden, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses’in Türk müzik kültürünün gelişmesinde büyük payları vardır. Daha 1934 yılında, Ankara’da henüz bir konservatuar yokken Halkevi’nde (Resim Heykel Müzesi), Ahmet Adnan Saygun’a ait "Özsoy" operası ilk kez oynanmıştı.
Bu gösterinin coşkusu henüz dinmeden TBMM'de Milli Musiki ve Temsil Akademisi yasası onaylandı. Akademi’nin amacı, müzik öğretmeni, müzik ve sahne sanatçısı yetiştirmek, ulusal müziği geliştirmek ve yaymaktı.
1935 yılında da Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kuruldu. Aynı sene Ankara’ya çağrılan ünlü Alman besteci Paul Hindemith, Akademi’nin çalışmaları için yol gösterdi.
1933 yılına kadar Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı bulunan Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, 1934'te bağlandığı Milli Musiki ve Temsil Akademisi'nden ayrıldı ve 1936'da başlı başına bir kuruma dönüştü.
1936'da Ankara Devlet Konservatuarı açıldı. Eski Musiki Muallim Mektebi yeniden düzenlenerek Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bağlandı ve 1938'de yeni binasına taşındı. 1939'da Askeri Müzikalar Ortaokulu açıldı ve bu okul 1949'da Askeri Müzika Meslek Okulu adını aldı.
1940 yılında TBMM'de Devlet Konservatuarı Yasası, geleneksel musikinin öğretimine yer verilmeksizin kabul edildi. Bu yasa uyarınca kurulan Tatbikat Sahnesi, 1942'de Ankara ve İzmir'de Türkçe opera gösterilerini başlattı. Bu kuruluş yedi yıl sonra yasayla Devlet Operası'na dönüştü.
Tüm bunların yanında, ünlü koreograf ve bale yönetmeni Dame Ninette de Valois 1947 yılında Türk hükümetinin çağrısı üzerine gelerek, Türk bale sanatına önemli katkılar sağladı. Valois, 1948’de İstanbul, Yeşilköy’de bale okulu açtı, bu okul 1950’de Ankara’ya taşınarak Devlet Konservatuvarı’nın bir bölümü oldu. 1957’de ilk mezunları Devlet Tiyatrosu’na girdiler. İlk temsilleri 1960’da Manuel de Falla’nın "Büyüleyen Aşk" balesiydi. 1954'te İzmir Müzik Okulu, 1969'da ise İstanbul Devlet Konservatuarı kuruldu.
Cumhuriyet Döneminde Resim
Cumhuriyetimiz, geçmişindeki altı asırlık bir devletin maddî ve manevî deneyimlerinden yararlanarak çok sağlam temellere oturtulmuştur. Bu durum, devletin kuruluşundan günümüze birlik ve beraberliğe verdiği önemden, çağdaş uygarlıklar düzeyi ve ötesi hedeflere odaklanmasından, tüm insanların barış ve refahı adına seçmiş olduğu tam demokrasi yolundan ve diğer ülkelerle barış üzerine temellendirdiği ilkelerden de anlaşılmaktadır.
Çağdaş dünyada sanat eğitimi, artık hükümetlerden öte devletin bir politikası olarak desteklenmektedir. Çünkü sanat eğitimi, genel eğitim içinde önemli bir yere sahiptir. Milletlerin tarihine bakıldığında da yine bu gerçek fark edilecektir. Bu nedenle günümüz insanının “ömür boyu” eğitime gereksinimini belirtirken, sanat eğitimini bu eğitimin odağında düşünmek durumundayız. Aksi takdirde hayat damarlarından biri kopmuş olan bir milletin ne denli yaşayabileceği kuşkuludur. Konuya ilişkin gerçekleştirilen literatür incelemesinde, Türkiye’deki sanat eğitimi uygulamalarının, uluslar arası standartlara çok yakın olmadığı anlaşılmıştır. Ancak, dünden bugüne gelinen noktanın da küçümsenmemesi ve gelişim seyrinin bilinmesiyle bu ivmenin daha da yükseleceği gerçeğine de inanılmaktadır.
Osmanlıda resim sanatının kendini hissettirmesinden önce sanat alanındaki hareketler süslemecilik ile sınırlıydı. Bu dönemde süslemecilik o kadar ileri gitmişti ki 3. Ahmet zamanında Sebi isimli sanatçı çekmeceleri lakeli manzaralarla bezemişti. Çeşitli dönemlerde sanatçılar en küçük objeyi bile resim yaparak süsleme yoluna gitmiştir. Süslemecilik ve duvar resimlerinin daha sonra tuval resimlerine bırakması çok da kolay olmamıştır. Resmin temelini oluşturan minyatür resmi zamanını doldurmuş ama Osmanlı resmi için önemini devam ettirmiştir. Ve zamanla yerini modern resme bırakmaya başlamıştır.1Resim sanatımızdaki ilk primitiflerle birlikte pentür, yağlı boya ressamları da sanat tarihimizdeki yerini alarak şimdiki modern Türk resim sanatının temelini atmışlardır. 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, İtalyan sanatçı Gentile Bellini’yi bugün Londra National Gallery’de sergilenen kendi portresini yaptırtmak üzere çağırmasına rağmen Batı tarzı resim, Osmanlı İmparatorluğu’nda benimsenmemiş bunun yerini genelde minyatür sanatı almıştır. Geçen süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu’na gelerek çalışmalarda bulunan Batılı bazı sanatçıların olduğu bilinse de bu sanatçıların saray ve çevresinden büyük destek gördükleri dönem, Osmanlı’nın Avrupa ile ilişkilerini arttırdığı Batılılaşma dönemi olmuştur. Ayrıca Osmanlı minyatür sanatının geleneksel çizgisinden ayrılmaya başlaması da yine aynı döneme rastlamaktadır. 18. yüzyıl, Osmanlı sanatı açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu yüzyılda ülkemizde yabancı sanatçıların resim ve mimari alanında etkinlikleri sürerken III. Selim (1789-1807) dönemi ıslahatları arasında Batı yöntemlerine uygun eğitim yapan askeri okulların kurulması kararlaştırılmıştır. Bunlardan 1794 yılında eğitime başlayan Mühendishane-i Berîi Hümayun adını taşıyan askeri okulda askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmış, fakat bu dersler içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallar da yer almıştır. III. Selim’in başlattığı ıslahata II. Mahmud (1808-1839) devam etmiş ve yine çağdaş anlamda eğitim veren Harbiye, Tıbbiye, Bahriye gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud, aynı zamanda kendi resmini çoğaltarak devlet dairelerine astırarak yeni bir geleneğin başlatıcısı da olmuştur. Askeri okullarda eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan sanatçılarımız çağdaş Türk resim sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. Genel olarak Asker Ressamlar Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkin olanları Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Ferik Tevfik Paşa, Osman Nuri Paşa, Ferik İbrahim Paşa, Hüseyin Zekâi Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa’dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa’nın kendini paleti ve fırçasıyla resmetmiş olduğu Kendi Portresi ise bu dönem için figür alanında yapılmış en önemli çalışmadır. Bu arada İstanbul’da gerçek anlamda ilk resim sergisi Şeker Ahmet Paşa’nın çabalarıyla 27 Nisan 1873 tarihinde açılmıştır.
Atatürk bir Ortaçağ imparatorluğundan, çağdaş bir ulusal devlet yaratma çabasını simgelemiştir. Atatürk’ün tarih, dil ve güzel sanatlara önem vermesinin sebebi de bunun içine girer. Bu toplumunda kültürünü oluşturan temel öğeler ise ulusal beraberliği sağlayan dili, tarihi ve sanatıdır. Sanat bir toplumun kültürünün ürünüdür.
Kültür kelimesi “Bir toplumun yaşam düzeyini oluşturan bilgi, duygu, düşünce, dil, sanat ve yaşayış biçimlerinin tümü”dür. Kısacası tek sözcükle “Uygarlık”tır. Atatürk düşünce sistemi Cumhuriyet ile birlikte yeni kültür döneminin başlamasıdır. Atatürk Türk toplumunun Batı dünyasınca kabul edilmiş kültürel değerlere kavuşmasını istiyordu. Kültürleşme süresince güzel sanatlara önem veren Atatürk, 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilişinden 1938 tarihine kadar son nefesini verinceye dek, 15 yıl Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda her yönü ile çağdaş bir devlet olması için çabalamıştır. 1924’de resim konusunda yetiştirilmek üzere, Güzel Sanatlar Akademisinden Avrupa sınavını kazanan beş ressam Paris’e gönderilmiştir. Bunlar Cevat Dereli (1900-1989), Mahmut Cuda (1904-1988), Refik Ekipman (1902-1974), Muhittin Sebati (1991-1935) ve Şeref Akdik (1898-1972)’dir. Akademiden ayrılıp Münih’e gidenler 1922’de Mahmut Cuda ve Ali Çelebi (1904) olmuştur. 1923’de Zeki Kocamemi (1900-1959) Türk Ocağı tarafından Münih’e gönderilmiştir. 1925’de Hale Asaf (1902-1938) izlemiştir. 1924’den itibaren, her yıl Akademi Resim ve Heykel bölümü mezunlarından Avrupa sınavını kazananlar, Avrupa sanat merkezlerine gönderilmişti. İlk grup sanatçılar, 1927-1928’de Türkiye’ye döndüler.
Cumhuriyet Döneminde Mimari
Başta başkent Ankara olmak üzere yapılaşma gereksiniminin hızla artması, fakat yeterli mimar olmaması nedeniyle 1927 ve sonrasında bir yabancı mimar egemenliğine girilir. Clemens Holzmeister , Ernst Egli ,Theodor Jost, Hermann Jansen, Martin Wagner, Martin Elsaesser, Bruno Taut , R. Oerley gibi mimarlar, genç Cumhuriyet’in mimarlığını kişisel eğilimleri doğrultusunda etkilemişlerdir. Bu dönemde daha çok Orta Avrupa-Viyana ekolünden ithal edilen klasik biçimciliğe dayalı bir yeniklasikçilik egemen olmuştur Türkiye mimarlığına. Süslemeden arınmış ve yalın hatlar taşıyan yapılar bu dönemin karakteristiklerindendir.
Bu dönemde C. Holzmeister 1928-36 yılları arasında Ankara'da Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı , Orduevi, Harp Okulu, Cumhurbaşkanlığı Köşkü , Merkez Bankası , İçişleri Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı, Yargıtay, Emlak Bankası, Avusturya Büyükelçiliği binalarını yapmış, 1938'de de TBMM proje yarışmasını kazanmıştır. T. Jost Sağlık Bakanlığı binasını (1926), E. Egli Musiki Muallim Mektebi, Sayıştay ve İsmet Paşa Kız Enstitüsü binalarını (1927-30), B. Taut ise Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını yapmıştır (1937).
Batıda gelişen ilerici düşünceler Türkiye’ye de ulaşmakta gecikmemiştir. 1930’larda bazı Türk mimarları uluslar arası üslup doğrultusunda yaklaşık on yıl süreyle betonarmeye dayalı yeni Batıcılık örnekleri vermişlerdir. Ankara Sergievi (Şevki Balmumcu, 1933), İstanbul Üniversitesi Gözlemevi ( Arif Hikmet Holtay, 1934), Florya Deniz Köşkü ( Seyfi Arkan , 1934), Taksim Belediye Gazinosu ve başta Kadıköy Halkevi (Rüknettin Güney, 1938) olmak üzere pek çok halkevi binası ve Yalova Termal Oteli ( Sedad H. Eldem , 1935-38) bu dönemin dikkate değer yapıları arasındadır. 1940'ta Türk mimarlarının sayısı 150'dir.
Dünya mimarlığındaki olumlu gelişmelere ayak uyduran ve yaklaşık on yıl süren bu dönemden (1930-1940) sonra, İtalya'daki faşist, Almanya'daki nasyonal sosyalist ortamın ve totaliter düşüncelerin etkileriyle beslenen bir Milli Mimari akımı başlar. Bu akım, yeni bir ulusal mimarlık yaratmak amacına yönelerek 1939-50 yılları arasında Türk mimarlığını etkisi altında almıştır. Bu akım önceleri Milli Mimari, sonraları İkinci Ulusal Mimarlık adıyla anılmıştır. Sedad H. Eldem 'in Güzel Sanatlar Akademisi içinde kurup yürüttüğü Millî Mimari Semineri adlı çalışmalarda özellikle geleneksel Türk sivil mimarlığı üzerinde yoğunlaşan çalışmaların bu akımın düşünce temelinin oluşturulmasında önemli etkileri olmuştur.
1950'li yıllara dek süren bu akım, dönemin yepyeni teknolojisine ve gereksinmelerine kısacası, çağdaş mimarlık anlayışına ayak uyduramayarak sona ermiştir.
1939 Uluslararası New York Sergisi'ndeki Türkiye Pavyonu (Sedad H. Eldem), Anıtkabir ( Emin Onat , Orhan Arda, yarışma, 1942), İ. Ü. Fen ve Edebiyat Fakültesi binaları ile Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi (E. Onat, Sedad H. Eldem, 1943), Çanakkale Zafer Anıtı (Doğan Erginbaş, yarışma 1944), İstanbul Radyoevi (İsmail Utkular, Doğan Erginbaş, Ömer Günay, yarışma 1945), Şişli Camisi (Vasfi Egeli, 1945-49), İstanbul Spor ve Sergi Sarayı gibi yapılar bu akımın dikkate değer örnekleridir.
İkinci Ulusal Mimarlık'taki çözülme 1948'de İstanbul Adalet Sarayı için açılan üçüncü yarışmada S. H. Eldem ile E. Onat'ın ortaklaşa düzenledikleri rasyonel nitelikteki projenin birinci seçilmesiyle başlamış, akım, 1952'deki İstanbul Belediye Sarayı yarışmasıyla kesin olarak son bulmuştur.
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı
Osmanlı Devleti'nin siyasî, askerî ve iktisadî açıdan Avrupa'nın gerisinde kalması devlet büyüklerini bazı tedbirler almaya zorlamış, bu alanlarda Avrupa'nın nasıl geliştiğinin öğrenilmesi için bazı gençler oraya gönderilmiştir. Avrupa'ya özellikle Fransa'ya giden gençler oradaki edebiyata hayran kalmış ve dönüşlerinde, gördükleri yenilikleri Türk edebiyatında uygulamaya başlamışlardır. Değişiklikler önce siyasi alanda görülmüştür. Edebiyat alanında yapılan değişikliklerle belli dönemler halinde günümüze kadar süren yeni bir edebiyat başlamıştır.
Bu dönemlerden biri de Cumhuriyet dönemi edebiyatıdır. Cumhuriyet dönemi edebiyatı, Millî Edebiyat'tan kesin hatlarla ayrılmamaktadır. Çünkü Millî edebiyat sanatçıları, Cumhuriyet'in ilk yıllarında en önemli eserlerini vermişlerdir. Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Refik Halit ve daha birçoğu Cumhuriyet'in ilk elli yılına damgalarını vurmuşlardır. Ancak Cumhuriyet'in ilanıyla çok hızlı bir şekilde yapılan devrimlerle, Türk aydını takip etmekte zorlandığı bir siyasi değişim yaşamıştır. Latin harflerin kabulü, eski yazı ve yeni yazı kargaşası ortalığı karıştırmaya yetiyordu. Böyle bir ortamı, öncekilerden ayırmak için 1923 yılını hala devam eden bir edebiyat döneminin başlangıcı olarak kabul edilir.
Cumhuriyet Döneminde Müzik
Türkiye'de üzerinde en çok tartışılan sanat dallarından biri de müziktir. Bu durum Cumhuriyet'in ilk yıllarında da böyleydi. Osmanlı toplumunda merkezi bir anlayışla yönlendirilen müzik, Cumhuriyet'in ilanından sonra oldukça çalkantılı bir dönem geçirdi.
Yaklaşık 100 yıllık bir geçmişi olan saray orkestra ve bandosu Mızıka-i Hümayun, 1924'te Ankara'ya aktarılıp, Riyaseti Reisicumhur Musiki Heyeti'ne (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) dönüştürüldü.
Bu orkestranın üyelerinden bir bölümüne öğretmenlik görevi verildi ve Eylül 1924'de Musiki Muallim Mektebi (Müzik Öğretmen Okulu) açıldı. Musiki Muallim Mekteplerinin amacı sanatçıdan çok, orta öğretim için öğretmen yetiştirmekti. İkinci adım, bir 'milli musiki ve temsil akademisi' nin kurulmasıydı. Atatürk, müziğin sadece teorik bir uğraşı olarak değil, pratik ve uygulayıcı bir sistemle geliştirilmesini vurgulamış oluyordu.
Devlet, ilkini 1925'te açtığı yarışmalar sonucunda başarılı olanları Paris, Berlin, Budapeşte ve Prag gibi kentlere öğrenim için gönderdi.
1917'de kurulmuş olan Doğu Musikisi Bölümü'nün adı 1926 sonlarında İstanbul Belediye Konservatuarı olarak değiştirildi. Burada öğrencilere viyolonsel, keman, gibi Batı enstrümanlarının eğitimi verilmeye başlandı.
İstanbul Belediyesi tarafından 1927 yılında kurulan Şehir Bandosu gibi bir çok kent ve kasabada belediye bandoları oluşturuldu. Bütün bunlara ek olarak, 19 Şubat 1932’den itibaren bütün ülkede kurulan Halkevleri'nde, Türk folklorunun hemen hemen bütün dallarında derleme, araştırma ve eğitim çalışmaları başarıyla yürütüldü.
Adlarının adeta, bir ulusal müzik okulunu simgelediği, Türk Beşleri adıyla da anılan ve Türk müziğinin ritim ve ezgilerini, Batı müziğinin armoni anlayışıyla işleyip, bir birleşim yaratmaya çalışmış ve çağdaş-ulusal-çoksesli eserler yazmış olan öncü bestecilerimizden, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses’in Türk müzik kültürünün gelişmesinde büyük payları vardır. Daha 1934 yılında, Ankara’da henüz bir konservatuar yokken Halkevi’nde (Resim Heykel Müzesi), Ahmet Adnan Saygun’a ait "Özsoy" operası ilk kez oynanmıştı.
Bu gösterinin coşkusu henüz dinmeden TBMM'de Milli Musiki ve Temsil Akademisi yasası onaylandı. Akademi’nin amacı, müzik öğretmeni, müzik ve sahne sanatçısı yetiştirmek, ulusal müziği geliştirmek ve yaymaktı.
1935 yılında da Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kuruldu. Aynı sene Ankara’ya çağrılan ünlü Alman besteci Paul Hindemith, Akademi’nin çalışmaları için yol gösterdi.
1933 yılına kadar Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı bulunan Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, 1934'te bağlandığı Milli Musiki ve Temsil Akademisi'nden ayrıldı ve 1936'da başlı başına bir kuruma dönüştü.
1936'da Ankara Devlet Konservatuarı açıldı. Eski Musiki Muallim Mektebi yeniden düzenlenerek Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bağlandı ve 1938'de yeni binasına taşındı. 1939'da Askeri Müzikalar Ortaokulu açıldı ve bu okul 1949'da Askeri Müzika Meslek Okulu adını aldı.
1940 yılında TBMM'de Devlet Konservatuarı Yasası, geleneksel musikinin öğretimine yer verilmeksizin kabul edildi. Bu yasa uyarınca kurulan Tatbikat Sahnesi, 1942'de Ankara ve İzmir'de Türkçe opera gösterilerini başlattı. Bu kuruluş yedi yıl sonra yasayla Devlet Operası'na dönüştü.
Tüm bunların yanında, ünlü koreograf ve bale yönetmeni Dame Ninette de Valois 1947 yılında Türk hükümetinin çağrısı üzerine gelerek, Türk bale sanatına önemli katkılar sağladı. Valois, 1948’de İstanbul, Yeşilköy’de bale okulu açtı, bu okul 1950’de Ankara’ya taşınarak Devlet Konservatuvarı’nın bir bölümü oldu. 1957’de ilk mezunları Devlet Tiyatrosu’na girdiler. İlk temsilleri 1960’da Manuel de Falla’nın "Büyüleyen Aşk" balesiydi. 1954'te İzmir Müzik Okulu, 1969'da ise İstanbul Devlet Konservatuarı kuruldu.
Cumhuriyet Döneminde Resim
Cumhuriyetimiz, geçmişindeki altı asırlık bir devletin maddî ve manevî deneyimlerinden yararlanarak çok sağlam temellere oturtulmuştur. Bu durum, devletin kuruluşundan günümüze birlik ve beraberliğe verdiği önemden, çağdaş uygarlıklar düzeyi ve ötesi hedeflere odaklanmasından, tüm insanların barış ve refahı adına seçmiş olduğu tam demokrasi yolundan ve diğer ülkelerle barış üzerine temellendirdiği ilkelerden de anlaşılmaktadır.
Çağdaş dünyada sanat eğitimi, artık hükümetlerden öte devletin bir politikası olarak desteklenmektedir. Çünkü sanat eğitimi, genel eğitim içinde önemli bir yere sahiptir. Milletlerin tarihine bakıldığında da yine bu gerçek fark edilecektir. Bu nedenle günümüz insanının “ömür boyu” eğitime gereksinimini belirtirken, sanat eğitimini bu eğitimin odağında düşünmek durumundayız. Aksi takdirde hayat damarlarından biri kopmuş olan bir milletin ne denli yaşayabileceği kuşkuludur. Konuya ilişkin gerçekleştirilen literatür incelemesinde, Türkiye’deki sanat eğitimi uygulamalarının, uluslar arası standartlara çok yakın olmadığı anlaşılmıştır. Ancak, dünden bugüne gelinen noktanın da küçümsenmemesi ve gelişim seyrinin bilinmesiyle bu ivmenin daha da yükseleceği gerçeğine de inanılmaktadır.
Osmanlıda resim sanatının kendini hissettirmesinden önce sanat alanındaki hareketler süslemecilik ile sınırlıydı. Bu dönemde süslemecilik o kadar ileri gitmişti ki 3. Ahmet zamanında Sebi isimli sanatçı çekmeceleri lakeli manzaralarla bezemişti. Çeşitli dönemlerde sanatçılar en küçük objeyi bile resim yaparak süsleme yoluna gitmiştir. Süslemecilik ve duvar resimlerinin daha sonra tuval resimlerine bırakması çok da kolay olmamıştır. Resmin temelini oluşturan minyatür resmi zamanını doldurmuş ama Osmanlı resmi için önemini devam ettirmiştir. Ve zamanla yerini modern resme bırakmaya başlamıştır.1Resim sanatımızdaki ilk primitiflerle birlikte pentür, yağlı boya ressamları da sanat tarihimizdeki yerini alarak şimdiki modern Türk resim sanatının temelini atmışlardır. 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, İtalyan sanatçı Gentile Bellini’yi bugün Londra National Gallery’de sergilenen kendi portresini yaptırtmak üzere çağırmasına rağmen Batı tarzı resim, Osmanlı İmparatorluğu’nda benimsenmemiş bunun yerini genelde minyatür sanatı almıştır. Geçen süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu’na gelerek çalışmalarda bulunan Batılı bazı sanatçıların olduğu bilinse de bu sanatçıların saray ve çevresinden büyük destek gördükleri dönem, Osmanlı’nın Avrupa ile ilişkilerini arttırdığı Batılılaşma dönemi olmuştur. Ayrıca Osmanlı minyatür sanatının geleneksel çizgisinden ayrılmaya başlaması da yine aynı döneme rastlamaktadır. 18. yüzyıl, Osmanlı sanatı açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu yüzyılda ülkemizde yabancı sanatçıların resim ve mimari alanında etkinlikleri sürerken III. Selim (1789-1807) dönemi ıslahatları arasında Batı yöntemlerine uygun eğitim yapan askeri okulların kurulması kararlaştırılmıştır. Bunlardan 1794 yılında eğitime başlayan Mühendishane-i Berîi Hümayun adını taşıyan askeri okulda askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmış, fakat bu dersler içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallar da yer almıştır. III. Selim’in başlattığı ıslahata II. Mahmud (1808-1839) devam etmiş ve yine çağdaş anlamda eğitim veren Harbiye, Tıbbiye, Bahriye gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud, aynı zamanda kendi resmini çoğaltarak devlet dairelerine astırarak yeni bir geleneğin başlatıcısı da olmuştur. Askeri okullarda eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan sanatçılarımız çağdaş Türk resim sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. Genel olarak Asker Ressamlar Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkin olanları Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Ferik Tevfik Paşa, Osman Nuri Paşa, Ferik İbrahim Paşa, Hüseyin Zekâi Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa’dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa’nın kendini paleti ve fırçasıyla resmetmiş olduğu Kendi Portresi ise bu dönem için figür alanında yapılmış en önemli çalışmadır. Bu arada İstanbul’da gerçek anlamda ilk resim sergisi Şeker Ahmet Paşa’nın çabalarıyla 27 Nisan 1873 tarihinde açılmıştır.
Atatürk bir Ortaçağ imparatorluğundan, çağdaş bir ulusal devlet yaratma çabasını simgelemiştir. Atatürk’ün tarih, dil ve güzel sanatlara önem vermesinin sebebi de bunun içine girer. Bu toplumunda kültürünü oluşturan temel öğeler ise ulusal beraberliği sağlayan dili, tarihi ve sanatıdır. Sanat bir toplumun kültürünün ürünüdür.
Kültür kelimesi “Bir toplumun yaşam düzeyini oluşturan bilgi, duygu, düşünce, dil, sanat ve yaşayış biçimlerinin tümü”dür. Kısacası tek sözcükle “Uygarlık”tır. Atatürk düşünce sistemi Cumhuriyet ile birlikte yeni kültür döneminin başlamasıdır. Atatürk Türk toplumunun Batı dünyasınca kabul edilmiş kültürel değerlere kavuşmasını istiyordu. Kültürleşme süresince güzel sanatlara önem veren Atatürk, 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilişinden 1938 tarihine kadar son nefesini verinceye dek, 15 yıl Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda her yönü ile çağdaş bir devlet olması için çabalamıştır. 1924’de resim konusunda yetiştirilmek üzere, Güzel Sanatlar Akademisinden Avrupa sınavını kazanan beş ressam Paris’e gönderilmiştir. Bunlar Cevat Dereli (1900-1989), Mahmut Cuda (1904-1988), Refik Ekipman (1902-1974), Muhittin Sebati (1991-1935) ve Şeref Akdik (1898-1972)’dir. Akademiden ayrılıp Münih’e gidenler 1922’de Mahmut Cuda ve Ali Çelebi (1904) olmuştur. 1923’de Zeki Kocamemi (1900-1959) Türk Ocağı tarafından Münih’e gönderilmiştir. 1925’de Hale Asaf (1902-1938) izlemiştir. 1924’den itibaren, her yıl Akademi Resim ve Heykel bölümü mezunlarından Avrupa sınavını kazananlar, Avrupa sanat merkezlerine gönderilmişti. İlk grup sanatçılar, 1927-1928’de Türkiye’ye döndüler.
Cumhuriyet Döneminde Mimari
Başta başkent Ankara olmak üzere yapılaşma gereksiniminin hızla artması, fakat yeterli mimar olmaması nedeniyle 1927 ve sonrasında bir yabancı mimar egemenliğine girilir. Clemens Holzmeister , Ernst Egli ,Theodor Jost, Hermann Jansen, Martin Wagner, Martin Elsaesser, Bruno Taut , R. Oerley gibi mimarlar, genç Cumhuriyet’in mimarlığını kişisel eğilimleri doğrultusunda etkilemişlerdir. Bu dönemde daha çok Orta Avrupa-Viyana ekolünden ithal edilen klasik biçimciliğe dayalı bir yeniklasikçilik egemen olmuştur Türkiye mimarlığına. Süslemeden arınmış ve yalın hatlar taşıyan yapılar bu dönemin karakteristiklerindendir.
Bu dönemde C. Holzmeister 1928-36 yılları arasında Ankara'da Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı , Orduevi, Harp Okulu, Cumhurbaşkanlığı Köşkü , Merkez Bankası , İçişleri Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı, Yargıtay, Emlak Bankası, Avusturya Büyükelçiliği binalarını yapmış, 1938'de de TBMM proje yarışmasını kazanmıştır. T. Jost Sağlık Bakanlığı binasını (1926), E. Egli Musiki Muallim Mektebi, Sayıştay ve İsmet Paşa Kız Enstitüsü binalarını (1927-30), B. Taut ise Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını yapmıştır (1937).
Batıda gelişen ilerici düşünceler Türkiye’ye de ulaşmakta gecikmemiştir. 1930’larda bazı Türk mimarları uluslar arası üslup doğrultusunda yaklaşık on yıl süreyle betonarmeye dayalı yeni Batıcılık örnekleri vermişlerdir. Ankara Sergievi (Şevki Balmumcu, 1933), İstanbul Üniversitesi Gözlemevi ( Arif Hikmet Holtay, 1934), Florya Deniz Köşkü ( Seyfi Arkan , 1934), Taksim Belediye Gazinosu ve başta Kadıköy Halkevi (Rüknettin Güney, 1938) olmak üzere pek çok halkevi binası ve Yalova Termal Oteli ( Sedad H. Eldem , 1935-38) bu dönemin dikkate değer yapıları arasındadır. 1940'ta Türk mimarlarının sayısı 150'dir.
Dünya mimarlığındaki olumlu gelişmelere ayak uyduran ve yaklaşık on yıl süren bu dönemden (1930-1940) sonra, İtalya'daki faşist, Almanya'daki nasyonal sosyalist ortamın ve totaliter düşüncelerin etkileriyle beslenen bir Milli Mimari akımı başlar. Bu akım, yeni bir ulusal mimarlık yaratmak amacına yönelerek 1939-50 yılları arasında Türk mimarlığını etkisi altında almıştır. Bu akım önceleri Milli Mimari, sonraları İkinci Ulusal Mimarlık adıyla anılmıştır. Sedad H. Eldem 'in Güzel Sanatlar Akademisi içinde kurup yürüttüğü Millî Mimari Semineri adlı çalışmalarda özellikle geleneksel Türk sivil mimarlığı üzerinde yoğunlaşan çalışmaların bu akımın düşünce temelinin oluşturulmasında önemli etkileri olmuştur.
1950'li yıllara dek süren bu akım, dönemin yepyeni teknolojisine ve gereksinmelerine kısacası, çağdaş mimarlık anlayışına ayak uyduramayarak sona ermiştir.
1939 Uluslararası New York Sergisi'ndeki Türkiye Pavyonu (Sedad H. Eldem), Anıtkabir ( Emin Onat , Orhan Arda, yarışma, 1942), İ. Ü. Fen ve Edebiyat Fakültesi binaları ile Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi (E. Onat, Sedad H. Eldem, 1943), Çanakkale Zafer Anıtı (Doğan Erginbaş, yarışma 1944), İstanbul Radyoevi (İsmail Utkular, Doğan Erginbaş, Ömer Günay, yarışma 1945), Şişli Camisi (Vasfi Egeli, 1945-49), İstanbul Spor ve Sergi Sarayı gibi yapılar bu akımın dikkate değer örnekleridir.
İkinci Ulusal Mimarlık'taki çözülme 1948'de İstanbul Adalet Sarayı için açılan üçüncü yarışmada S. H. Eldem ile E. Onat'ın ortaklaşa düzenledikleri rasyonel nitelikteki projenin birinci seçilmesiyle başlamış, akım, 1952'deki İstanbul Belediye Sarayı yarışmasıyla kesin olarak son bulmuştur.
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı
Osmanlı Devleti'nin siyasî, askerî ve iktisadî açıdan Avrupa'nın gerisinde kalması devlet büyüklerini bazı tedbirler almaya zorlamış, bu alanlarda Avrupa'nın nasıl geliştiğinin öğrenilmesi için bazı gençler oraya gönderilmiştir. Avrupa'ya özellikle Fransa'ya giden gençler oradaki edebiyata hayran kalmış ve dönüşlerinde, gördükleri yenilikleri Türk edebiyatında uygulamaya başlamışlardır. Değişiklikler önce siyasi alanda görülmüştür. Edebiyat alanında yapılan değişikliklerle belli dönemler halinde günümüze kadar süren yeni bir edebiyat başlamıştır.
Bu dönemlerden biri de Cumhuriyet dönemi edebiyatıdır. Cumhuriyet dönemi edebiyatı, Millî Edebiyat'tan kesin hatlarla ayrılmamaktadır. Çünkü Millî edebiyat sanatçıları, Cumhuriyet'in ilk yıllarında en önemli eserlerini vermişlerdir. Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Refik Halit ve daha birçoğu Cumhuriyet'in ilk elli yılına damgalarını vurmuşlardır. Ancak Cumhuriyet'in ilanıyla çok hızlı bir şekilde yapılan devrimlerle, Türk aydını takip etmekte zorlandığı bir siyasi değişim yaşamıştır. Latin harflerin kabulü, eski yazı ve yeni yazı kargaşası ortalığı karıştırmaya yetiyordu. Böyle bir ortamı, öncekilerden ayırmak için 1923 yılını hala devam eden bir edebiyat döneminin başlangıcı olarak kabul edilir.